Öykü: Girdaplı'nın Gelincikleri

Bu öyküm Varlık Dergisi’nin Şubat 2019 sayısında yayımlanmıştır.

Varlık Şubat 2019

Girdaplı bozkırında ot bitmez, çeşmesinin suyu üç nesildir kırmızı akardı.  Köyün adamlarına babalarından, onlara da dedelerinden miras kalan kalp ağrısının bedelini bir asırdır kadınlar, çocuklar, hayvanlar öderdi.  Bahtı açık kimsenin yolu Girdaplı’ya düşmez, bir giden bir daha dönmezdi.

Gökyüzünün Girdaplı’da pusuya yattığı nadir sabahlardan birinde karşı dağa, yarısı al yarısı kara bir kıpırtı hasıl oldu.  Kıpırtı ağır ağır, döne döne köye yaklaşırken köylü merakını hayırdır İnşallahlarla gizledi.  Anca köyün girişindeki mahzun alıç ağacına vardıklarında, kara çarşaflı koca karı ile al ipeklere bürünmüş kız gözle seçilir oldu.  Sırtladıkları koca bohçalarla köye girdikleri vakit, ahali kırkikindi yağmurlarından kaçıp ya eve ya da kahveye sığınmış olduğundan, al ipeklerin yapışıp iyice büyüttüğü memeleri, birkaç meraklı köylüden başkası görmedi.  Buna rağmen ertesi sabah köyün ketum adamları kızın memelerinden söz açmaya çoktan başlamıştı.

İkili yağmura aldırmadan yürüyordu.  Koca karının çatlak topukları plastik terliklerinden taşıp her adımda çamura bulanırken, kız çıplak ayaklarıyla adeta toprağa basmadan süzülüp gidiyordu.  Köyü boydan boya geçip ta sınırda Deli Mehmet’in kulübesine vardılar.  Kulübenin karşısında, Mayranuş Nine göçtüğünden beridir kimsenin kapısını aralamadığı viraneye girip yerleştiler. İkilinin Girdaplı’ya böylece vardığı gün, köy çeşmesinin yamacında üç tane gelincik bitti.  Köyün onca çiçeksizliğine rağmen gelincikleri fark eden olmadı.

Ertesi gün Deli Mehmet sabah ezanıyla uyandığında ikiliyi evden çıkarken gördü.  Koca karı önde, al ipekli kız ardında, sırtlarında boş bohçalarıyla ağır ağır köyden uzaklaştılar.  Kardeşi Gülengül dağlarda yittiğinden beri Mehmet bir başına yaşardı.  Köyün büyüklerine sorsan o kimselere varamazdı. Oysaki Mehmet koca karının buruş buruş suratına, yarı açık yarı kapalı gözlerine, uzamış diken sakallarına bakarken “Rabbim neden bunu görünür kılarsın da kim bilir hangi cennetten buralara yolu düşmüş güzeli al peçenin ardına saklarsın?”diye iç geçirdi.  

Deli Mehmet’in köylüyle arası yoktu ama keçileri ile muhabbeti tamdı.  Tepelerde dolanırken gün boyu hayallerini onlara anlattı.  Akşam hayvanlarını toparlayıp köye döndüğünde, ikili de tıka basa doldurdukları bohçalarıyla yeni evlerine giriyordu.  Az geçmeden köyün kadınları ellerinde birer tas çorba, birer somun ekmekle Mayranuş Nine’nin kapısını çalmaya başladı.  Beklediler, beklediler kapıyı açan olmadı.  Bu ertesi gün de böyle tekrar etti, bir ertesi gün de. İkili her sabah şafak sökerken evden çıkıp, gün batarken geri geldi, kapılarını çalanlar gerisin geri döndü, bu kadınlar nereye gider, ne yer, ne içer, ne eder kimse bilmedi.

Günler geçtikçe Deli Mehmet de diğerleri gibi iyiden iyiye meraklanmaya başladı. Geceleri lambasını söndürüp pencere kenarında oturuyor, sedirde uyuyakalana dek Mayranuş Nine’nin evini gözlüyordu.  Mehmet’in merakıyla beraber evin kapısını çalanların sayısı da günden güne artıyordu.  Üç, beş, on derken her akşam, bir başına kapıya dayanıp da dönenlerin sayısı almış başını gitmiş, Mehmet bu iki kadından başkaca bir şey düşünemez olmuştu.  

Bir sabah uyandığında, karşı avlunun kapısını, dikenli kırmızı aldıç dalları asılmış şekilde, başka bir sabah bahçenin duvarlarını rengarenk çaputlarla süslenmiş halde buluyordu. Evin değişen çehresiyle beraber Girdaplı’ya da bir haller oluyordu.  Nedendir bilinmez, köyün kadınları daha az dayak yer, hayvanları daha az eziyet görür, çocukları ara sıra oyun oynar olmuştu.

Derken bir gece, Deli Mehmet tam da uykuya yenik düşecekken kapının açıldığını, köyün heriflerinden birinin içeri alındığını gördü.  Karanlıkta çehresini seçemediğinden talih kuşunun kime konduğunu bilemedi. Adamın evden çıkmasını beklerken Mehmet yine uyuyakalmıştı. O geceden sonra bu böylece devam etti. Kapı her gece bir kez açıldı, içeri çoğu zaman bir adam, bazen de bir kadın girdi.  Deli Mehmet ne kadar çabaladıysa çabalasın eve girenlerin bir daha çıktığını görmek nasip olmadı.

Artık havalar ısındığı halde Mayranuş Nine’nin bacası sabaha kadar tütüyordu. Evin avlusundan bilinmedik çalgıların nameleri yayılıyor, gecenin sessizliğinde yabani hayvan iniltilerine karışıp köyü sokak sokak dolaşıyordu.  Ne hikmetse geceleri eve alınanlar ertesi gün kimselere bir şey anlatmıyordu.  Dilleri damaklarına çivileniyor, dudaklarına dikiş atılıyordu.  Ah bir öğrense, içeride neler oluyordu?  Al peçeli güzel neye benzerdi?  Bu ölü sessizliğine rağmen ikram edilen şerbetin tadı, ateşte yanan otların kokusu, kızın gözlerinin büyüsüyle avludaki hayvanların söylentileri, nereden geldiği belli olmayan bir fısıltı ile kulaktan kulağa yayılıyordu. 

Merakı Deli Mehmet’in içinde girdap olmuş büyüyordu.  Varsa takılsa peşlerine, nereye gittiklerini görse... İstiyordu da, merakına yenilen delikanlılardan birini çıngıraklı yılan ısırdığından, bir diğeri de uçurumdan yuvarlandığından beridir kimseler buna yeltenmiyordu.  Avludaki vahşi hayvan leşlerinin canlanıp onları korumaya çıktığını söylüyorlardı ama Deli Mehmet ona da pek inanmıyordu. Ah kim bilir peri kız bu adamlara neler neler ediyordu?

Girdaplı’da günler bir asırdır olduğu gibi akıyordu akmasına ama sanki rüzgari bir başka okşuyor, Deli Mehmet’in her gün teptiği taş toprak ayağının altında günden güne yumuşuyordu.  Dışarının ay ışığıyla apaydınlık olduğu bir gece Mehmet daha fazla dayanamadı.  Kimslere görünmeden vardı Mayranuş Nine’nin kapısına.  Ebe anayı doğuma çağırırcasına aceleyle vurdu, bekledi...  Vurdu, bekledi...  Kapıya gelen olmadı.  Ertesi akşam yine vurdu bekledi...  Vurdu, bekledi... 

Sabah keçileriyle karşı tepeye çıktığında az soluklanmak, her gün yaptığı gibi peri kızın hayalini kurmak için yassı bir kayaya uzandı. Rüzgar gözüne bir toz tanesi kondurdu, tam gökyüzüne bakarken güneş bulutların ardından bir an için göründü, aynı anda çok uzun yıllardır uğramamış olan ana hasreti kalbine düştü . Hangisinden öte bilinmez, sağ gözünden tek bir yaş süzüldü.

O gece Deli Mehmet yine Mayranuş Nine’nin kapısını gözleyerek oturdu.  Varan döndü, varan döndü, gelenlerin ardı arkası kesilince Mehmet bir ümit dayandı kapıya yeniden.  Bu defa kapı aralandı.  

“Gel hele” dedi koca karı. “Gel hele.”

Doldurulmuş kartalların arasından ürkek adım geçerek avlunun ortasında hırsla yanıp duran ateşe yaklaştı.  Al peçeli kız ateşin kenarında oturmuş duyduğu en acıklı ezgiyi mırıldanıyordu.  

“Otur.” 

Mehmet büyülenmişti, koca karının dediklerini ikiletmiyordu.  Gözleri ateşin parlaklığına alışınca etraftakileri de seçer oldu.  Dimdik dikilen kurdu, bir kenara bırakılıvermiş sahipsiz ayı pençesini, duvarlara asılmış tüyleri, rengarenk çaputları, boy boy davulları, tefleri, asker misali yan yana dizilmiş yılanları gördü.  

Koca karı eline bakır bir kap tutuşturdu.  “İç bundan.” Dili şerbetle buluşmayı beklerken dünyanın en acı tadıyla irkildi.  Tükürecek oldu ama koca karı gözleriyle yut diyordu.  O yudum değdiği her yeri kavurarak içine işlediğinde bir yudum daha aldı.  

Ve gelmeye başladılar.  Birer birer vardılar, ateşin etrafına çöktüler.  Çalgılarıyla alpeçeli kızın ağıdına katıldılar.  İnsan desen değiller; insan değil desen, dünyanın olanca yükü yerleşmiş bekliyor gözbebeklerinde.

Sordular. 

“Derdin ne?” 

“Yoktur.”

Az daha çaldılar.  Dırın dın, dırın dın...  Az daha söylediler.  Aaah ah... 

Kartallar can buldu, uçmaya başladılar, yılanlar kıvrılmaya. Mehmet bir yudum daha aldı.

“Derdin ne?”

“Yoktur.”

Karnı alev aldı, boğazından nefes bile geçmez oldu.

Koca karı ateşin etrafında dolandı.  Bağrını göğe açtı, aya seslendi.

“Derdin ne?”

Birer birer görünür oldu yaraları ateşe duranların. Birinin kolu yok, öteki içten içe çürür, beriki kalbinden kanar.  

Aah.  Ağıt yaktılar, ağladılar, dövündüler.  Mehmet’i beklediler.

“Derdin ne?”

Olmaz yerde şimşek çaktı, sabahki gözyaşının yavuklusu düşüverdi Mehmet’in diğer yanağından, ateşe doğru yol aldı.

“Çoktur.”

Kartallar ateşin etrafında daha hızlı dönmeye, kızın al peçesi havalanmaya başladı. Mehmet’in kalbi durayazdı.

Bildiği bilmediği tüm acılar, ettikleri, etmedikleri, ettiğini bilmedikleri, birer birer ateşin etrafına toplandı.  Ciğerini tırmalayıp etini kopardılar.  “Seviliyorsun” dediler. “Çok seviliyorsun.”  Mehmet göz yaşlarını saldı.

Peçe sıyrılıp uçtuğunda kızın gözleri yerine can yakıcı bir boşlukla karşılaştı.  Kim bilir ne zaman eriyip gitmişler, akıp giderken yüzünde boylu boyunca derin yaralar açmışlardı. Asırlardır kanı durmaz, hala ıslak, hala irinli, derin yaralar.  Şanı kulaktan kulağa dolanan peri kızın cennet gözleri aslında yoktular.  Gözlerinin yokluğu varlığından da güzeldi.  

Dünyanın yası nem olup yüreğine doldu Mehmet’in.  Kendi acısını da kattı girdaba, topunu saldı gitti.  Mehmet ağladıkça taşlaşmış etleri, derisi, damarları eridi, göz yaşına karıştı.  Yere yığıldı, toprağın üzerinde bir tek iskeleti kalana, göz yaşları ateşi söndürene kadar ağladı Mehmet.

Ateşle birlikte ziyaretçiler de yavaş yavaş çekildi. Koca karı ile al kız Mehmet’ten arda kalanı alıp pamuktan bir döşeğe yatırdı. Mehmet’i gül kokulu bezlerle sildiler, merhemlerle ovdular, temiz pak giydirdiler.  Bebek gibi emzirdiler, kemik suyuyla, şerbetlerle beslediler.  Güneş doğarken Mehmet’in eli kolu bacağı geri gelmiş, canı yeniden can bulmuştu.  Döşekten doğrulabildiğinde kadınlar çoktan yola koyulmuştu.

Mehmet çıktı topladı hayvanlarını, o da yollara düştü yeniden.  Kimselere bir şey anlatmadı.  O akşam gün batarken koca karı ile al peçeli kız köye geri dönmedi.  Ertesi gün de gelmediler, bir sonraki gün de.  Kimse kimseye sormadı, kimse bir şey demedi.  

Sanki hep ordaydılar.  

Sanki hiç gelmediler.

Girdaplı’nın üç gelinciği soldu gitti.  

Her köşede yenileri açar oldu.

Onlar da soldu gitti.

Soldu gitti...

Başak Kutlu Atay